HİKAYELER

 
 

1.Hikaye 
                                                                                     
 Kavak Ağacı ile Kabak                                                                                                            
 Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye        
 başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün       
 dayanamayıp sormuş kavağa:                                                                                                       
 -Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?                                                                                               
 -On yılda, demiş kavak.                                                                                                          
 -On yılda mı? Diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.                                                                         
 -Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!                                                                            
 -Doğru, demiş kavak.                                                                                                             
 Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça 
 da aşağıya doğru inmeye başlamış. Sormuş endişeyle kavağa:                                                                       
 -Neler oluyor bana ağaç?                                                                                                         
 -Ölüyorsun, demiş kavak.                                                                                                         
 -Niçin?                                                                                                                          
 -Benim on yılda geldiğim yere, iki ayda gelmeye çalıştığın için.
                                                                 
                                                                                                                                  
 1.Ders: 
Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek  
 şarttır.
 
                                                                                                                        
                                                                                                                                  
 2.Hikâye 
                                                                                                                       
 En iyi Buğday                                                                                                                    
 Her yıl yapılan 'en iyi buğday' yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu. Çiftçi:                 
 -Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi.                                         
 -Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye            
 sorulduğunda,                                                                                                                    
 -Neden olmasın, dedi çiftçi.                                                                                                     
 -Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır.                            
 Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir.                    
 Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor.
               
                                                                                                                                  
 2. Ders:
 Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Cimrilik ve bencillik kimseye fayda getirmez.
    


3. Hikâye 
80'ine merdiven dayamıs yaslı baba ile onu ziyarete gelen 45 ya sında ve saygın bir i s i olan oglu salonda oturuyorlardı.
Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu.
Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?'

O glu sask ın, cevapladı: 'o bir karga baba.'

Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?'

Oğlu daha da sa sk ın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'

Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?'

Oğlunun sa skınl ıgı sab ırszl ıg a dönmü s tü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni isitmiyor musun?'

Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı ta stı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'

Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını kar ıstırdı ve aradıgını buldu. Sevgiyle gülümseye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.

'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.' 


3.ders

'Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi,ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti.Eğer onlardan biri,ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa,sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.' (©sra, 23)



4. Hikâye

Aşağıdaki Metin Yaşanmış Gerçek Bir  Hikâyedir.
(* “… okumanızı rica ederim”)

Yaşlı kadın yatağından kalktı. Sabah ezanının insan ruhuna huzur veren sesi oda içinde yankılanıyordu. 88 yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle pencereye doğru yöneldi. Pencereyi açması ile birlikte odaya ezan sesi ile birlikte baharın güzel kokusu ve kuş cıvıltıları doluştu. Penceresinden gözüken Kurtuluş Parkına bakarak yaşlı ciğerlerine sabahın ılık esintisi ile doldurdu. Abdestini aldı, sabah namazını kıldı. Mutfağa yöneldi. Çayla birlikte bir iki lokma bir şeyler atıştırdı. Oturma odasına yöneldi. Eski bir fiskos masasının yanındaki koltuğuna ilişti. Masanın üstü çerçeveler ile doluydu. Bir tanesine uzandı, camının üzerinde titreyen parmaklarını dolaştırdı. Çerçevenin içindeki fotoğrafta İstiklal madalyalı kara yağız bir adamla, makyajsız olmasına rağmen güzelliği göz alan bir kadın birbirlerine bakarak gülümsüyorlardı. Yaşlı kadın "Günaydın Anne, Günaydın Baba" dedi. Usulca yerine koyduğu çerçeveye bir bakış daha attıktan sonra başka bir çerçeveyi eline aldı. Bu siyah beyaz fotoğrafta da subay üniformalı bir adamla bir gelin yan yana duruyorlardı. Yaşlı kadın çerçeveyi titreyen dudaklarla öptü. "Günaydın Kocacığım" dedi. Kadın bu çerçeveyi de bıraktıktan sonra üçüncü ve son çerçeveye uzandı. Artık gözlerinden yaş damlıyordu. Fotoğraftaki biri erkek diğeri kız çocuklara bakıp "Günaydın Evlatlarım" dedi. Tüm çerçevelere kısaca göz atıp "Sizleri, hepinizi çok özledim" dedi.
Gözlerinde biriken yaşları sildi. Artık ağlamak için bile yaşlı hissediyordu kendini. Ağır ağır doğrulduğu koltuğundan eski telefonuna doğru yöneldi. Ağır ağır numaraları çevirdi. Karşısına çıkan adama "Bir taksi istiyorum" dedi ve adresi verdi. Kapısını kilitleyip, apartman merdivenlerine yöneldi. Yıllarca çekmediği zorluk kalmamıştı ama şimdi bu merdivenler hayatının en büyük engeli olmuştu. Ağır ve dikkatli bir biçimde iniyordu. Sabırsızlanan taksi şoförünün çaldığı korna sokağı inletiyordu. "Patlama be adam" dedi. Nihayet taksiye binebildi. "Teyze hoş geldin" dedi 25–30 yaşlarındaki şoför. "Nereye gidiyoruz?" Kadın kısa bir sessizliğin sonunda "Tüm bir gün beni taşırmısın?" diye sordu. "Sana 500 lira veririm." Adam küçümser bir gülümseme ile "Mal sahibi benden her gün 500 lira istiyor teyze" dedi.
Kadın gülümsedi
"O zaman sana 650 lira vereceğim ne dersin?"
"Kurtarmaz ama senin güzel hatırını kırmayayım. İlk önce nereye gideceğiz?"
"Anıtkabir'e"
"Anıtkabir'e mi?
"Evet"
"Tamam teyzeciğim"
"Yaş kaç teyzeciğim?"
"Seksen sekiz"
"Maşallah Allah uzun ömür versin teyzeciğim"
"Allah sağlıklı mutlu ömür versin oğlum"
"Haklısın teyzecim"
Taksi Anıtkabir'in kapısına gelmişti. Şoför "Teyzeciğim geldik" dedi. Dalgın görünen kadın "Evladım burada yardımına ihtiyacım var" dedi. "Benimle gel" Adam şaşırmıştı. "Tabii teyze" dedi. Kuşkulu gözlerle "Bizi buraya alırlar mı?" diye sordu.
O ana kadar dalgın ve yorgun görünen kadın, bir anda irkildi. Gözlerinden ateş fışkırarak "Ne demek almamak? Sen daha önce hiç gelmedin mi buraya?" dedi
"Hayır"
"Kaç yıldır Ankara'da yaşıyorsun?"
"Ben Ankaralıyım teyze. Doğma büyüme"
"Ee o zaman"
"Ne bileyim bir kez okulla gelmiştik bayramda. Bayram olmayınca burası kapalı sanıyordum ben"
Kadın sinirli bir şekilde kafa salladı.
Şoför utanmıştı. Mozoleye çıkan mermer merdivenlere kadar konuşmadılar. Merdivenlere geldiklerinde Şoför kuşkulu bir şekilde
"Nasıl çıkacaksın Teyze?" diye sordu.
"Her ay nasıl çıkıyorsam öyle"
"Her ay geliyormuşsun?"
"Evet"
Uzun bir uğraşla merdivenleri çıktılar. Mozoleye doğru ağır ağır ilerlediler. İçerisi çok serindi. Şoför büyük bir azimle yürümeye çalışan kadının koluna girmişti. Kadının nefes alışları sıklaşmıştı. Nihayet mozolenin önüne geldiler. Kadın şoförün kolundan ani bir hareketle kurtuldu. Çantasını açtı. Tek bir karanfil çıkardı. Mozoleye doğru ilerledi. Çiçeği mozoleye koydu. Şoför şaşkınlıkla olayı seyrederken kadının ağzından şu sözlerin döküldüğünü fark etti. "Hayatım boyunca sana verdiğim sözü tutmak için çalıştım" Ağır ağır geriye çekilen kadın ellerini açıp Fatiha okumaya başladı. Şoför kısa bir şaşkınlığın ardından ona katıldı. Kadın bir anlık suskunluktan sonra "Hadi gidelim" dedi.
Geldiklerinden çok daha ağır bir şekilde arabaya döndüler. Şoför kadının durumundan endişelenmeye başlamıştı. "Yoruldun mu Teyze" dedi.
Kadın sustu. Bir süre suskunluktan sonra "Evet hem de çok yoruldum" diye cevapladı.
"Nereye gidiyoruz?"
"Bankaya"
Şoför arabasındaki kadının herhangi biri olmadığını anlamıştı. Bu yaşlı kadının Atatürk'e verdiği söz ne olabilirdi? En sonunda dayanamadı.
"Teyzeciğim bir şey sorabilir miyim?"
"Sor bakalım evladım"
"Anıtkabir'de Atatürk'e bir söz verdiğinizi söylemiştiniz. O söz nedir?"
"Uzun hikâye evladım"
"Olsun be teyze anlat ne olur"
"Ben lisedeyken bizim okulumuza gelmişti Atatürk. Beni de ona çiçek vermek için seçmişlerdi. Çiçeği verdiğimde bana ismimi sordu. Bende "Adalet" dedim. Bunun üzerine "Ne güzel ismin varmış" dedi. "Okulu bitirince ne olacaksın" dedi bana. Hemşire dedim. Oda "Güzel meslek ama bence sen Hâkim ol ismine çok yakışır" dedi. Ben kadından hâkim olmaz ki dedim. Kaşlarını çattı, "Sen istedikten sonra olur. Senden söz istiyorum hâkim olacaksın" dedi ."
"Sen ne dedin peki?"
"Mustafa Kemal emretmiş ne denir? Söz verdim."
"Peki, olabildin mi Adalet Teyze?"
"Evet, ben Cumhuriyetin ilk kadın hâkimlerindenim."
"Vay be. Sende ne hikâye varmış Adalet Teyze"
"Herkesin bir hikâyesi vardır evladım. Herkesin hikâyesi de kendine göre değerlidir. Eğer insanların hikâyelerini bilip anlayabilirsen insanlara daha anlayışlı davranabilirsin"
"Haklısın Adalet Teyze. Bu bankamı gelmek istediğin"
"Evet"
"Yardım edeyim mi? Bende geleyim mi?"
"Hayır. Sen burada bekle lütfen. Bu arada adın neydi evladım"
"Osman teyzeciğim"
"Tamam Osman. Beni 45 dakika kadar sonra buradan al olur mu?"
"Tamam teyzeciğim"
Adalet hanım bankadan içeri girdi. Osman öğlen saatinin geldiğini fark edip yemeğe gitti. Yemek boyunca Adalet hanımı düşündü. "Kim bilir neler yaşamış, neler görmüştür" diye düşündü. Tam vaktinde bankanın önündeydi. Adalet hanım 15 dakikalık gecikme ile geldi.
"Hoş geldin Hâkim Teyze"
"Çok uzun zamandır bana Hâkim denmemişti."
"Hoşuna gitmediyse söylemeyeyim?"
"Yok, aksine hoşuma gitti. Sağ ol"
"Nereye gidiyoruz?"
"Seyranbağları’na"
"Tabii"
"Hâkim Teyze çok yer gezmişsindir sen"
"Tüm Anadolu'yu karış karış gezdik rahmetli kocamla"
"Ne iş yapardı amca?"
"Subaydı."
"Ne zaman vefat etti?"
"1952'de"
"Çok olmuş. Gençmiş"
"Kore savaşında şehit oldu."
"Allah rahmet eylesin Hâkim teyze"
'”Sağ ol”
"Seyranbağları'na geldik nereye gideceğiz?"
"Sağa sap. İkinci binanın önünde dur."
"Tamam. Buyur Hâkim Teyze. Geleyim mi ben"
"Yok, bekle burada"
Osman beklemeye başladı. Bir ara merak etti. Binanın uzaktan görünen levhasına baktı. "Seyranbağları Kız Yetiştirme Yurdu" yazısını okudu. Anlam veremedi. "Bu kadın burada ne yapar ki?" diye düşündü.
Yarım saat sonra Adalet Hanım göründü. Yanında orta yaşlı kibar bir hanım vardı. Adalet hanımı arabaya ağır ağır bindirdi. Kadın "Adalet Hanım size ne kadar teşekkür etsek azdır. Her zaman yanımızdasınız. Kızlarda sizi çok seviyor. Ne olur arayı çok uzatmayın. Yine gelin" dedi.
Adalet hanım, buğulu gözlerle "İnşallah. Kızlara selamımı söyleyin. Bende onları çok seviyorum. Onlara iyi bakın"
Araba hareket etti.
"Nereye Hâkim Teyze?"
"Hemen iki sokak öteye"
Osman iki sokak ötede bu sefer başka bir binanın önüne park etti. Bu binada da "Ankara Seyranbağları Huzurevi" yazıyordu.
"Bekle beni"
"Tabii Hâkim Teyze"
Yine 1 saate yakın bir bekleyişin sonunda bu sefer etrafında birçok yaşlı kadın ve adamla çıkageldi Adalet Hanım. Sarılıp öpüştükten sonra oradan ayrıldılar. Osman dikiz aynasından Adalet Hanım'ın gözlerinden akan yaşları fark etti.
"İyi misin Hâkim Teyze"
"İyiyim Osman. Eski dostları görünce insan bir hoş oluyor"
"Nereye gidiyoruz?"
"CebeciAsri Mezarlığına"
"Tamam"
"Teyze nerelisin sen?"
"Aydın Sökeliyim. Babam orada pamuk ekerdi. Annem ev hanımıydı. Sonra Kurtuluş Savaşı oldu. Babam savaşagitti.Söke işgal oldu. Biz dağlara kaçtık annemle. Saklandık dağ köylerinde. Savaş bitince Söke'ye döndük. Allah'a Şükür Babamda sağ salim döndü savaştan."
"Sonra ne oldu?"

"Liseye Aydın'a gönderdi babam. Orada Atatürk'le karşılaştım. Sözümü tutmak için İstanbul'a gittim. Hukuk fakültesine girdim. Orada rahmetli eşimle karşılaştım. O Harbiye'de okuyordu o zaman. Mezun olunca evlendik.."
"Çocuğunuz var mı?"
"Bir kızım bir oğlum vardı."
"Neredeler şimdi?"
"Oğlum dışişlerinde çalışıyordu."
"Ne güzel"
"1978'de Fransa'da Ermeniler öldürdüler."
"Üzüldüm Hâkim Teyze. Başın sağ olsun. O da babası gibi şehit oldu yani"
"Evet. Şehit babanın şehit oğlu. Allah kimseye evlat acısı vermesin."
"Âmin. Ya kızın?"
"O eşi ve çocukları ile İzmit'te yaşıyordu. Öğretmendi. 1999'da depremde hepsi vefat ettiler."
"Allah rahmet eylesin. Boş boğazlığımla üzdüm seni Hâkim Teyze kusura bakma"
"Sanki sormasan aklımdan çıkıyorlar mı evladım. Sen üzülme sağ ol"
"Geldik Teyze"
"Tamam evladım. Al işte paran artık gidebilirsin."
"Hâkim teyze buradan nasıl döneceksin? Ben seni bekleyeyim eve bırakayım."
"Yok, beni alacaklar buradan"
"Hâkim Teyze bu para fazla. Kusura bakma ben sana yalan söyledim. Taksinin sahibi benden 350 lira bekliyor. Affet beni. 350 'yi ona veririm. Gerisi kalsın. Bende para istemem. Bugün senden aldığım hayat dersinin parasal karşılığı yok zaten."
"Çocukların var mı?"
"İki tane ellerinden öperler." Taksinin güneşliğinden çocuklarının resimlerini çıkarıp gösterdi.
"Adları nedir?"
"Kemal ve Ayşe"
"Oğlumun adı da Kemaldi."
Sessizliğin ardından Osman'ın elindeki parayı ittirdi Adalet Hanım..
"Onlara bir şeyler al benim için. Onları okut. Ama yalansız, dolansız, çok çalışarak helal lokma ile büyüt ve okut. Atatürk'ün bana yaptığı gibi içlerindeki gücü fark etmelerini sağla. Bir de vatanını, milletini sevmelerini öğütle onlara."
Osman Adalet Hanımın ellerine sarılıp öptü. Ona iyi evlatlar yetiştireceğine söz verdi. Adalet hanım mezarlığın kapısından ağır ağır içeri girerken; Osman yaşlı gözlerle onu izliyordu. Hayatının en büyük dersini kendisi küçücük, yüreği yaşadığı acılara rağmen kocaman ve güçlü bu yaşlı kadından almıştı. Osman arabasını mal sahibine götürmeye karar verdi. Bu gün daha fazla çalışamazdı.
Ertesi gün Ankara'da garip bir yağmur yağıyordu. Sanki gök delinmişti. Osman taksiyi mal sahibinden almış, durağa gelmişti. Çay ocağının yanında duran gazeteyi aldı. İlk sayfadaki haberlere göz gezdirdi. Siyaset doluydu gazete. Hiç anlamazdı. Sıkılıp adli olayların yer aldığı üçüncü sayfayı açtı. Taksiciler arkadaşları ile ilgili kötü haberleri genellikle oradan alırlardı. Göz gezdirirken bir haber dikkatini çekti.
"Dün gece geç saatlerde Cebeci Asri mezarlığında bulunan cesedin Cumhuriyet tarihinin ilk Kadın Hâkimlerinden Adalet YILMAZ'a ait olduğu belirlendi. Adalet YILMAZ'ın bulunduğu yerdeki mezarların eşine ve oğluna ait olduğu belirlendi. YILMAZ vefat ettiği gün bankadaki tüm parasını çektiği, bu parayı ikiye bölerek Seyranbağları'ndaki bir kız yetiştirme yurdu ile bir huzurevine bağışladığı belirlendi. Polis, Adalet YILMAZ'ın mezarlığa ölmek için gittiğini düşünüyor."
Osman bir anda sarsıldı. Gözyaşlarına engel olamıyordu. Taksici arkadaşları hiçbir şey anlamadılar. Bir daha da hiç anlatmadı Osman bu yaşadıklarını. Herkesin tek bildiği Osman'ın bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında "Gökler bile sana ağlıyor" diyerek ağladığı. 

R. Çomakçı

Pişmanlık duydunuz mu? Duymadınız ise lütfen bu öyküyü dostlarınıza da  tavsiye edin...


5. Hikâye


KABAGIN SAHIBI

Kabağın Sahibi Vardır Elbet!
Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir.
Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak,
varlıktan vazgeçecektir.
Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür
süslerden arınması gereklidir.. .
Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket
eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.

Berber dervişin saçlarını kazımaya baslar. Derviş aynada kendini takip
etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır.

Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş.
Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur.

Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
'Kabak aşağı, kabak yukarı.'

Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki,
gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.
Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına
denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir.

Kabadayı oracığa yığılır, kalır.Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim. Gel gör ki kabağında bir
sahibi vardi elbet !. O gücenmiş olmalı!

Hikâye böyle...
Ama hayat da böyle...
Ensemize, kafamıza vurup vurup dalga geçen sahte kabadayıların, kabağın da
bir sahibi olduğunu, bu sahibin de en affetmeyeceği şeyin kibir ve kul hakkı
yemek olduğunu unutmaya başlayanlar, koltuklarına, makamlarına, rantlarına
yapışanlar anlayacaklardır ... 


6 -Hikaye 

 

Doğan Cüceloğlu'nun eğitimindeki katılımcılarla bir konuşmasından: 

Doğan
Cüceloğlu: Arkadaşlar, aranızda ölümcül hastalığı olan var mı?
Bir katılımcı: Allah'a şükür, hocam, bildiğimiz kadarıyla yok.
Cüceloğlu: Ne güzel! Peki, bana, istisnasız tüm insanların, yani altı milyar insanın da başına geleceği garanti bir şey söyler misiniz?
Cevap neredeyse otomatik olarak çıkar:
Ölüm.
Cüceloğlu
:
Gerçekten de ölüm tüm insanların başına geleceği kaçınılmaz olan tek şeydir. Doğum da tüm insanların başına kesinlikle gelmiştir, ama bundan sonra başa gelmesi kesin olan tek şey ölümdür. Başka hiçbir şey insanların tümünün başına gelmeyecektir. Peki, madem öleceğimiz garanti, bu benim ölümcül bir hastalığım olduğunu göstermez mi?
Katılımcılar burada sessizce, başlarıyla onaylamaya başlar. Öleceğim belli ise benim ölümcül bir hastalığım olduğu da açıktır...
Cüceloğlu: Peki, ne zaman öleceğimizi biliyor muyuz?
Katılımcılar: Hayır
Cüceloğlu: Bu saniye içinde olma olasılığı var mı?
Bir katılımcı: Var.
Cüceloğlu: Yarın?
Bir katılımcı: Evet.
Cüceloğlu: 30 yıl sonra?
Bir katılımcı: Olabilir.
Cüceloğlu: Peki bunlardan hangisinin sizin başınıza geleceğini biliyor musunuz? Mesela bu akşam eve sağ salim varacağınızı nereden biliyorsunuz?
Sınıf sessizce dinlemeye devam eder. Çünkü genellikle yaşama böyle bakmamışlardır.
Cüceloğlu: Peki bir de tersini düşünelim, bu akşam eve döndüğünüzde, bu sabah evden çıkarken sağ salim bıraktıklarınızı sağ bulma garantiniz nedir? Var mıdır böyle bir garanti?
Bir katılımcı: Yoktur Hocam.
Cüceloğlu: Peki nereden biliyoruz az sonra telefonun çalmayacağını ve evdekilerden birinin az önce öldüğünün bize söylenmeyeceğini?
Katılımcılar burada rahatsız olmaya başlar.
Bir
katılımcı: Hocam konuyu değiştirsek?
Cüceloğlu: Ama en yalın ve açık gerçek üzerine konuşuyoruz, biraz daha devam edelim bence. Peki, acaba bunu dün gece bilseydiniz, yani evde akşam birlikte olduğunuz kişilerden birinin yarın ölüm günü olduğunu bilseydiniz, o zamanı aynı dün gece olduğu biçimde mi geçirirdiniz? Yoksa farklı şeyler mi yapardınız?
Bir katılımcı: Kesinlikle çok farklı geçerdi Hocam.
Cüceloğlu: Şimdi sizden rica ediyorum, lütfen bir an arkanıza yaslanın, gözlerinizi kapatın ve bu sabah evden çıkarken evde bıraktıklarınızdan birinin gerçekten öleceğini düşünün, dün akşamınızı nasıl geçirirdiniz? Aynı iletişim mi olurdu? Onunla aynı konuları mı konuşurdunuz? Aynı konular, tartışma ya da gerginlik yaratır mıydı? Yoksa önemsiz hale mi gelirdi? Bu sabah evden çıkarken, bu son görüşünüzde ona ne derdiniz? Onun boynuna sarılmakta tereddüt eder miydiniz? Çok sıkı sarılmaya mı, aynaya mı vakit ayırırdınız? Ona, yüreğinizin derininden gelen bir 'Seni gerçekten çok seviyorum' demeye ne gerek var diye düşünür müydünüz? Onun ölecek olması sizin ona duyduğunuz sevgiyi yoğunlaştırmaz mıydı?
Burada bazı katılımcılar ağlıyordur. Belli ki dün akşam yaptıklarından bir kısmının ne kadar anlamsız olduğunu şimdi fark etmişlerdir.
Cüceloğlu: Şimdi gözlerinizi açabilirsiniz, acaba kaç tartışmamızı bu kadar gereksiz biçimlerde yapıyoruz, kaçı gerçekten yaşamda karşımızdakinin varlığından daha önemli, hangilerinde 'Şimdi kalbini kırdım, ama zaman içinde ben ondan özür dilemesini bilirim' diye kendi kabuğumuza çekilip tartışmaları donduruyoruz. Yarattığımız kırgınlıkları tamir etme olanağımız gerçekten var mı? Buna zamanımız gerçekten kaldı mı?


Not:'Bu Cüceloğlu'nu mümkün olduğu kadar fazla insan okumalı.. İşin bana düşen kısmı, bana gönderilen notu, size nakletmek..

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol